Her birimizin yaşamak için bir amaca ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Her birimizin bilinçli veya bilinçsiz bunun peşinden gittiğini. Ben bu amacı bir şairin dizelerinde buldum. “Yaşamak berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır.” diyordu şair ve ekliyordu: “Yaşamak bizimçün dokunaklı bir şarkı değil ki”
İHH İnsani Yardım Vakfı’nda çalışmanın bana en büyük katkılarından bir tanesi, dünyada yaşanan gelişmelerden haberdar olmak. Kuruma emanet edilen yardımları acil yardıma ihtiyacı olan mazlumlara iletmek; insana faydalı olduğunu gerçekten hissettiren bir eylem.
Bu anlamda, Türkiye’nin kapı komşusu Suriye’de yaşanan gelişmeler her daim gündemimdeydi. Suriye’ye ilk girişim kurban reklamı filmi çekimleri içindi. O toprakları ziyaret etmeden evvel oradaki durumu anlatan görüntülerden videolar kurgulamış olsam da Suriye’de bizzat gördüğüm şeylerin bendeki etkisi tarif edilemez.
Bugün Türkiye’de ve dünyada artan mülteci düşmanlığının en büyük sebebinin cahillik olduğunu düşünüyorum. Çünkü Suriye başta olmak üzere birçok acil yardım bölgesindeki garibanlığı ve mazlumların halini bilmeyen insanlar, birtakım menfi medya propagandaları tarafından manipüle ediliyorlar. Bu menfi hal üzerinden rant devşiren kötü niyetli insanlara ise bu yazıda herhangi bir kelam etmek istemiyorum.
Bütün bunların ışığında, Suriye’de yaşananları anlatan birçok sosyal medya videosu kurgulayan birisi olarak, bir kısa film çalışması da yapabileceğime kanaat getirdim. “Yaşamak” kısa filmi de bu noktada ortaya çıktı. Dostum Fatih Alibaz ile birlikte çalıştığımız filmin senaryosu neticelendikten sonra çalıştığım kuruma projeyi sundum. Proje kabul edildiğinde filmin çekim hazırlıkları da başlamış oldu.
Filmi tek cümlede özetlemem gerekirse: Çadır kentte yaşamlarını sürdüren 9-10 yaşlarındaki yetim çocuklar, Fatma ve Ahmed’in bir ayakkabı üzerinden gelişen dostluklarını anlatıyor.
Filmi yazarken orada yaşanan acıların içerisinde dahi bir iyilik, bir güzellik bulunabileceğini düşünerek hareket ettik. Filmin bu noktadaki amacını belli bir ölçüde yerine getirdiğine inanıyorum. Mültecilik meselesi çoğunlukla ajite yönleri ile ele alınan bir mesele. Ne yazık ki sürekli olarak savaş bölgelerinde yaşayan insanlara yardım yapılması öğütlenen videolar ile karşılaşırken bu bölgelerde yaşayan insanların da bir hayatı olduğu gerçeğini gözümüzden kaçırıyoruz. Dolayısı ile savaşın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri hissettiren ama bunu kör göze parmak misali yapmayan sanat eserlerine de ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Filmde de bu anlatı dilini kullanmaya gayret ettim.
Eğer bir özeleştiri yapmam gerekirse, aslında çok acıklı ama o toprakların gerçeği olan bazı noktaları fazla yüzeysel işlediğimi itiraf etmem gerek. Ajite etmekten kaçacağım diyerek gerçeklikten uzaklaştığım kısımlar filmimin en zayıf yanlarını oluşturuyor. Ancak bugünden geriye baktığım zaman, sanırım bu acıları anlatmaktan korktum. Yüzleştiğim sorunları kaldıramadım ve kendimi daha güvenli bir anlatı alanına çektim. Bu durumu bir zayıflık olarak görüyor musun diye soracak olursanız, görmüyorum. Eğer bunu fark etmemiş olsaydım ileride yapacağım işlerde tekrar aynı hataya düşecektim. Açık konuşmak gerekirse yönetmenliğini yaptığım her işten sonra kendimi, hem kişisel olarak hem de teknik bilgi olarak biraz daha geliştirdiğimi hissediyorum.
Kısa film ile ilgili zorlukların birçoğu teknik zorluklardır. Kamera aksar, ışık aksar, ses aksar. Peki ya yönetmen? Daha önce başka sette şahit olmadığım bu olayı kendim yaşadım ve senaryoma baktığımda bir an donakaldım. Bu olay hayatım boyunca unutamayacağım bir anı olarak aklıma kazındı.”
Kısa film ile ilgili zorlukların birçoğu teknik zorluklardır. Kamera aksar, ışık aksar, ses aksar. Peki ya yönetmen? Daha önce başka sette şahit olmadığım bu olayı kendim yaşadım ve senaryoma baktığımda bir an donakaldım. Bu olay hayatım boyunca unutamayacağım bir anı olarak aklıma kazındı.
Olayın ne olduğuna gelmeden evvel bazı bilgileri vermekte fayda var diye düşünüyorum. Film ekibimiz kalabalık değildi. Setimiz çok büyük araçların olduğu, bütün ışıkların kontrolümüzde olduğu bir profesyonel set de değildi. Kamera arkasında 5 kişiydik. Filmi Türkiye sınırına yakın bir yerde çektiğimiz için nispeten güvenli sayılırdı, ancak bu durum savaş bölgesinde olduğumuz gerçeğini değiştirmiyordu. Üzerimizde uçakların uçmaması, kimin koyduğu ve nerede olduğu belli olmayan bir bombaya çok da uzak olmadığımız gerçeğini değiştirmiyordu. Bu sebeple daha güvenli bir seçenek olan çekirdek bir ekiple işe giriştik. Ekipman olarak da bize yük olabilecek ağır şeyleri almadık: ışık gibi. Bu durumun zorluğunu da sıkça yaşadık. Bir noktada, yardımcı yönetmenim Fatih Alibaz bir masanın üzerine çıkıp iki eline ışık alarak ortamı aydınlatmaya çalıştı. Bir yerde de ceketi ile pencereden gelen ışığı kesmeye… Açıkçası o an bile bu duruma çok gülmüştüm.
Oyuncularımız da bu çalışma şekline uygun olarak, orada yaşayan insanlardı. Çocuk oyuncularımızı İHH’nın inşa etmiş olduğu ve yetim çocukların anneleri ile ikamet ettiği 50 hanelik Rahmet Köyü’nde ve bu köyün içerisine inşa edilmiş olan ilköğretim okulunda aramaya karar verdik. Bu kararımız gerçekten isabetli bir karardı. Fatma rolü için çok sevimli bir kız olan Tesnim ile, Ahmed rolü için de gözlerinde ben büyük adam olacağım ışığını gördüğümüz Muaz ile anlaştık. Anne rolüne de ihtiyacımız vardı ve bu rol için yine o köyde yaşayan bir hanımefendi bize yardımcı oldu.
Aslında anlattığımız hikaye artık bir kurgu olmaktan çıkmıştı. Gerçeğin örtüsüne bürünmüştü.”
Filmi 3 günde çektik ve her gün için gerçekten uzunca neler yaşadığımı, acı tatlı hatıraları yazabilirim. Ancak girizgah yaptığımız ilk paragrafımıza dönelim. Senaryoda bir şekilde bu çocukların yetim olduğunu belirtmemiz gerekiyordu. Bu sebeple filmde hikayeyi üzerinden anlattığımız çocuk karakter olan Fatma’ya bir akşam vakti çadırda namaz kılma sahnesi yazdım. Namazdan sonra “Allah’ım beni, annemi ve kardeşlerimi koru. Cennetinde babamızın yanına bizleri de al.” şeklinde dua eder diye de bir replik ekledim. Sahnenin çekimine geldiğimizde rolü verdikten sonra, Fatma rolünü oynayan Tesnim’in gerçekten de yetim olduğu gerçeği kafamda bir flaş gibi çaktı. Açık konuşmak gerekirse bunu daha evvel akıl edemediğim için hayıflandım. Ama ortamdaki kimse benim gibi düşünmüyordu. Hiç kimse bu repliğe kızan veya üzülen bir tepki vermedi. Orada şehadet kavramı gündelik hayatın bir normaliydi. İnsanlar orada bununla yaşıyorlardı. Tesnim ve Muaz gibi çocuklar babalarının şehit olduğu gerçeği ile büyüyorlardı. İşte bu olayı benim için unutulmaz yapan da bütün bunları idrak ettiğim andı. Aslında anlattığımız hikaye artık bir kurgu olmaktan çıkmıştı. Gerçeğin örtüsüne bürünmüştü. Daha sonra yaptığım işlerde de bu örtüyü üzerimden ayırmadım. Çünkü bu bana sadece kendim için sinema yapmadığımı, ardımda taşıdığım büyük sorumluluklar olduğunu hatırlatıyordu.
Son olarak, filmi aşağıdan izleyebilirsiniz:
Leave a Reply