Sosyal, kültürel ve ekonomik alanda alışılanın tersi bir çerçeveyle karşımıza çıkan Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli kitabında, Anadolu halkı için modern çağda bile duymaya alışık olmadığımız betimlemeler yaparak savaş yıllarını tanık olduğu biçimiyle okuyucusuna aktarıyor.
Suyu Arayan Adam bir otobiyografi olmasının yanı sıra Anadolu coğrafyasını sosyal ve ekonomik yönden ele alarak okuyucuya aktaran bir eserdir. Bahsi geçen kitap özelinde Anadolu’nun bilinmeyen ve dillendirilmeyen yönlerini yazıya aktaran yazar, Anadolu’nun Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı yıllarında içinde bulunduğu sosyokültürel durumu kendi perspektifinden değerlendiriyor. Anadolu denildiğinde uzun yıllar akla gelen pastoral romantizmden arınmış bir gerçeklikle karşımıza çıkan bu yeni portre, bu coğrafyanın yüzyıllardır içinde bulunduğu sefalet ve bakımsızlığı birinci ağızdan okuyucuya sunarak yirminci yüzyıl Anadolu’sunu anlatmaktadır.
Şevket Süreyya Anadolu portresini çizmeye şu sözlerle başlıyor: “Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerimiz yalnızca cahildirler.” Bu ifadeler Şevket Süreyya’nın Anadolu adına yaptığı en net betimlemelerden biridir. Rumeli çocuğu olarak büyüdüğü topraklardan Anadolu’ya geldiğinde bir hayalden uyanarak acı gerçeklerle yüzeşmiş ve Anadolu’nun, salt romantizm ile övülen halinden epey farklı bir muhtevaya sahip olduğunu görmüştür. Zira din ve millet adına yaptığı sorgulamalarda yöre halkı bir doğruda birleşemediği gibi Peygamber, Allah, Devlet algılarında dahi birbirinden ayrılmışlardır. Anadolu’yu İstanbul’dan övmek ve içine girmeksizin boş bir hevesle Anadolu özlemi duymak tam da bu noktada yazarın eleştirdiği bir sorundur. “Bir büyük masal ki sonu hiçlikle biter.” şeklinde ifade ettiği bu eleştiri, Anadolu’nun uzaklardan hoş görünen fakat bir parçası olunduğunda bu coğrafyanın zor ve çetrefilli olduğunu yaşayarak okuyucuya gösterir. Yazara göre tüm bu cahilliğin ve yerine göre fakirliğin sebebi yüzyıllardır bu topraklarda olduğu halde bu topraklardan aldığını geri vermeyen devlettir. Hatta öyle ki imarda ve şehirleşmede kendisine pay düşmeyen ve bozkırında kendi kendini idare etmeye terk edilmiş bu topraklara devlet ağzından seslenmiş ve bir bakıma özeleştiri yapmıştır: Peki ama dersiniz; biz bin yıl önce girdiğimiz şu Anadolu toprağına ne verdik?…birkaç harap kervansaray, birkaç yıkık kümbet, birkaç kale kalıntısı.
Şevket Süreyya Anadolu portresini çizmeye şu sözlerle başlıyor: “Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerimiz yalnızca cahildirler.”
Bu satırlar ışığında İstanbul ve çevresinde şekillenen saltanat yapılarını Anadolu kırsalı ile kıyaslayan yazar, devletlerin binlerce yıllık hakimiyeti boyunca yalnız mal ve can vergisi olarak görülen ve pek kimse tarafından bilinmeyen Anadolu’yu gösteriyor okurlarına.
Bahsi geçen tüm anlatıların ardından kabullenilmiş bir portre çıkıyor önümüze. Zira yazar artık Anadolu gerçeğinin tam içinde bulunmaktadır ve gördüğü Anadolu’nun, mektepte öğretilen, şiirlerde okutulan veya anlatılan Anadolu’ya hiç benzemediğini kanıksamıştır. Ortaya çıkarılan Anadolu tahayyülü mevcut gerçeklerden epey farklıdır ve bu Rumeli çocuklarının hayallerini dolduramayacak bir kısırlığa sahiptir.
Nihayetinde kitaptaki Anadolu anlatısının sonuna geldiğimizde, yıllardır övgüler ve güzellemeler yapılan Anadolu’nun devlet eliyle çıplak bırakılmış, cehaletle savaşan ve ekonomik darlıkla yıllardır mücadele eden bir kara parçası olduğunu görüyoruz.
Yirminci yüzyılda Şevket Süreyya’nın betimlemeleri ile anlatılan Anadolu, bugünün gerçeklerini de yansıtmaktadır. Öyle ki, dün ve bugün, muhtelif yönlerden birbirinin aynası hükmündedir. Toplum dediğimiz komite, kültürel ve geleneksel kodların çeşitli motifler çevresinde birleşmesiyle oluşur. Dolayısıyla geçmişte var olan bir toplumsal gerçekliğin bugüne yansımaması çok da olası değildir. Suyu Arayan Adam kitabından yola çıkarak edindiğimiz her bilgi bugünkü Anadolu’yu yorumlamakta bir araç görevi üstlenir. Romantize etmeden incelediğimizde, bu topraklar, yüzlerce yıldır ihmal edilmiş bir kara parçası olarak çıkar önümüze. İstanbul çevresinde dönen bir devlet geleneğinin binlerce yıl sürdürülmesinden mütevellit, bakir kalan bu topraklar entelektüel mirasın yanı sıra imar faaliyetlerinden de mahrum bırakılmıştır. Yazarın sorduğu “Acaba hangi devirde nerde yaşıyorum?” sorusu bu mahrumiyeti Rumeli ile kıyaslayarak bizlere sunar. Dindar, cömert, sabırlı ve vakarlı bir portre çizilerek övmek suretiyle gerçekliği göz ardı edilen Anadolu, tarih boyunca nüfusun çoğunluğunu oluşturması sebebiyle yalnızca vergi kaynağı olarak görülmüştür. Şimdi ise geleneksel hayatın postmodern zamanda temsil edilmesi sebebiyle ayrı bir rol kazanmış durumdadır. Anadolu irfanı tamlamasıyla zaman zaman gündeme gelen çeşitli ifadeler de gösteriyor ki 21. yüzyılda Anadolu, büyükşehir kümeleşmesinden bunalan şehir insanının geçmişe özlemini ifade etmek amacıyla kullandığı bir imge haline gelmiştir. Orada yaşamadan oranın özlemini duyan Şevket Süreyya gibi bugünün insanı da devamlı Anadolu hasretini dile getirerek büyük şehirlerde yaşamaya devam ediyor. Lakin unutmamamız gereken bir şey var ki “Anadolu’yu biz Rumeli çocukları, onu görüp tanıyıncaya kadar yalnız hayalimizde yaşattık ve hayalimizin özlediği gibi. Ama sonra gördük ki, bu hayal ve özlemle, gerçek Anadolu arasında hiçbir benzerlik yoktur.”
Leave a Reply