George Orwell’in kaleme aldığı distopik roman 1984, birçok insan için günümüz otoriter yönetimlerinin bir fragmanı sayılıyor. Esasında özgürlüklerle dolu olduğunu düşündüğümüz dünyamızı sorgulamak için 1984 çok iyi bir giriş kitabıdır.
Var olabilecek en köklü, en detaylı düşünülmüş ve sistematikleştirilmiş baskı rejiminin delinip delinemeyeceğini deneyen bir adamın hikayesidir 1984. Hareketleri, görünüşü, kelimeleri ve hatta düşünceleri hükûmetin emirleri doğrultusunda şekillendirilen halkın bir mensubu olan Winston, “Acaba diğer türlüsü olur mu?” diye merak edip Big Brother’ın arkasından iş çevirmeye kalkar ve hepimizin malumu olduğu üzere bu atağı vahşice sindirilir. Romanın sonunda ana karakter yalnızca düşünme erkini kaybetmez, aynı zamanda bu gücü kaybettiği Big Brother’a gönülden güvenip bağlanır.
Hakkında durmaksızın yazılan ve günümüz liberal sistemiyle arasında çeşitli analojiler kurulan bu eserin ustaca düşünülüp kaleme alındığı aşikar. Orwell’in “Big Brother”ı günümüzün “Big Data”sı; kelimelerin kısıtlandırılması işlemi “politik doğruculuk”; düşünce polisleri ise günümüzün “sosyal medya tepkileri” ile hemen hemen eşdeğer. Bununla birlikte 1984 yılı ve sonrasında deneyimlediğimiz geleceğin, Orwell’in işaret ettiği despotizm çizgisinden çok uzakta olan “neo-liberal” çizgi üzerinden şekillenmesinin bizlere katkıları olduğu gibi zararları da oldu.
Winston’un yaşadığı dünyada, Okyanusya’nın dışında var olduğu iddia edilen diğer ülkelere gitmek imkansız. Dünyada ne var ve daha önce neler oldu, bunların sorgulanması tümden yasaklanmış. Tarihin ve gerçekliğin yeniden ve Big Brother’ın ideolojisine uygun olarak yazılması için bakanlıklar, memurlar var. Bu dünya düzeni içerisinde gerçekliği sorgulayıp doğruya ulaşmak için bir kişinin çabaları, Winston üzerinden de gördüğümüz gibi, asla yeterli olmayacaktır. Günümüz neo-liberal siyaset sisteminde ise gerçeklik; devletler, şirketler, uluslararası organizasyonlar gibi güç unsurları tarafından rahatça manipüle edilebiliyor olsa da bireylerin gerçeğe giden yollara ulaşması, despot bir rejim altında yaşayan insanlara nazaran oldukça kolaydır. Bu iki dünya arasındaki en temel fark hakikati sorgulama isteğinin ortaya çıkma süreci olsa gerektir. Big Borther’ın ülkesindeki baskının somutluğu sebebiyle hakikate ulaşma isteği birçok kimsenin içinde derinden derine duyuluyorsa da kimse bunu kolay kolay gerçekleştiremez; öte yandan liberal dünyada her türlü bilgi kaynağına erişmek kolay olsa da birçok birey içinde bulunduğu algı bulutundan dışarı çıkma ihtiyacı hissetmez.
Günümüz neo-liberal siyaset sisteminde ise gerçeklik devletler, şirketler, uluslararası organizasyonlar gibi güç unsurları tarafından rahatça manipüle edilebiliyor olsa da bireylerin gerçeğe giden yollara ulaşması despotizme göre oldukça kolaydır.”
Fikirleri baskılama yöntemleri de bu iki dünyada benzer bir mantalite üzerine kurulmuştur. Televizyon ekranlarına kadar her türlü kanalla bireylerin hayatını gözetleyen Big Brother, bir kimsenin fiilî olarak çizgi dışına çıktığını fark edince onları ıslah evlerine götürüp işkence ile yola getirir. Winston’un düşüncelerini yazmak için çaba sarf ederek kendine kameralardan uzak bir alan yaratmaya çalışması bu işkenceden çekinmesinden kaynaklanır. Bugün ise herkes kendi özel alanı içerisinde fikirlerini yazıp çizebilir, en çılgın düşüncelerini kendi halkası içerisinde kaleme alabilir. Fakat bunun bir adım sonrasına geçiş, çoğunlukla ana akım algıların müdahalesiyle karşılaşacaktır. Liberal değerlerin aksine fikir beyan edip bunu başkalarıyla paylaşan insanlar, toplum üzerine iyice oturtulmuş algının sert duvarıyla çarpışmaktan kaçınamazlar. Bugün “iptal kültürü” adıyla andığımız, hakkında sosyal medyada çeşitli güzellemeler gördüğümüz bu sert duvar, aslında liberal değerlerin salt doğru olarak kabul edildiğinin ve kolay kolay aşılamayacağının açık bir göstergesidir. Tıpkı Okyanusya’daki ünlü sloganın söylediği gibi: “Big brother is watching you!” (Büyük Birader seni -hep- izliyor!”)
Bugün “iptal kültürü” adıyla andığımız, hakkında sosyal medyada çeşitli güzellemeler gördüğümüz bu sert duvar, aslında liberal değerlerin salt doğru olarak kabul edildiğinin ve kolay kolay aşılamayacağının açık bir göstergesidir.”
Byung Chul Han, “Psikopolitika” adlı eserinde neo-liberal iktidar düzenini tarih boyunca var olmuş en tehlikeli iktidar olarak sıfatlandırır. Çünkü liberalizm saldırılamazdır, bir bedenden yoksundur, o herkesin kafası içerisindedir ve iktidarını psikolojik yollarla devam ettirir. Herkesi özgür olduğuna inanan kölelere dönüştüren bu sistemde bireyin nefretini, öfkesini yönelteceği bir politik vücut bulunmaması bu sistemi tehlikeli yapan temel faktördür. Bu açıklamanın yanı başına 1984’ü ve Winston’un direniş hikayesini koyduğumuzda kim haklı görünmektedir? Orwell’in somut despotizmi, Han’ın neo-liberalizminden daha mı can yakıcıdır? Yoksa Orwell’in kaleme aldığı dünya başından beri modern dünyamızın anlatısı mıdır?
Leave a Reply