Yanı başımızdaki savaşlardan, açlıktan, cinayetlerden habersizmiş gibi yaşamaya devam etmek mi yoksa tiksindiğimiz bir dünya sisteminden kaçmaya çalışmak mı daha çok delilik? Erlend Loe’nin Doppler’i bu sorularla mücadele ediyor.
Çağımın adamıyım; çağımın başarısız bir adamıyım.
Ya da sade başarısız bir çağın adamıyım.“
Başarısız bir çağın adamı Doppler, çok iyi tanımadığı babasının vefatının ardından bisikletle kaza geçirmesi sonucu kafasını bir taşa çarpar. Sonrasında ise modern yaşamdan ormana kaçarak annesini avladığı bir yavru geyikle yaşamaya başlar. Uzun vadede edebiyat dünyasında tipleşecek özel bir karakter olan Doppler’in, bisikletten düştüğünde nasıl bir fiziksel acı çektiğini bilmiyoruz ama sürüncemeli iletişimlerden artık sıkıldığını, çocuk şarkıları dinlemeye tahammülü kalmadığını, insanlara ve onların temsil ettikleri şeye karşı büyük bir nefret duyduğunu ve hayatını değiştirme kararı aldığını biliyoruz. Doppler kitabın devamında; insanlarla, modern yaşamlarımızla ve rutinlerimizle alay ederek okuyucuya durduğu düzlemi sorgulatıyor.
Doppler toplumdan dışlanan, başarısız olan ve bu sebeple de ormana sığınan bir karakter değil; aksine onun tabiriyle “bok gibi başarılı” bir karakter. Zaten kaçtığı şey de başarının ta kendisi. Bir kez başarılı olunca oluşan beklenti, kişinin üstüne çıkmak için debelendiği kendi duvarları oluverir. Oluşan imajın sarsılmaması için yapılması gerekenler bir liste olur ve her günümüze bir maddenin daha üstünü çizmek için uyanırız. Doppler bu noktada tıpkı Melville’nin Kâtip Bartleby’si gibi yapmamayı tercih ediyorum çıkışı yaparak ormana kaçar. Orman, insan için en uyumlu yaşam alanı, insana ömür boyu yetmeye muktedir olan ve öldükten sonra insanın bedeniyle yetinecek kadar yüce gönüllü bir şahıs gibi hikâye edilir. Doppler; insanlarla konuşmadıkça ormanla ve avlanırken annesini öldürdüğü geyikle yakınlaşır. İnsanların onu dinlediğinden daha çok emindir bu yavru geyiğin dinleyiciliğinden, Bongo’dan.
İnsanların ihtiyaçtan dolayı geyik avladığını yavru geyiğe anlattım, pedagojik bir biçimde.“
Yazar, hikâye boyunca Doppler özelinde insan yaratılışıyla da sık sık alay eder. Mesela avlanarak geçinen ve kendini orman kültürüne bırakan Doppler, yağsız süt veya toblerone çikolata olmadan yaşayamaz; konuşmadan, dert anlatmadan hatta birileriyle ahbaplık etmeden de. Bu gibi ironik davranışlar belki modernitenin içimize işlediği nakıştandır ve bunu fıtrat sanıyoruzdur. Belki de içten gelen en doğal ihtiyaçlardır. Yazar bu ayrımı yapmayı okuyucuya bırakıyor.
İnsanlardan hoşlanmıyorum. Temsil ettiklerinden hoşlanmıyorum. Söylediklerinden hoşlanmıyorum.“
Kitapta altı çizilebilecek en güzel konu ise delilik halleri olarak gördüğümüz bu moderniteden kaçışın aslında aklıselimin en uç noktası olabilme ihtimali. Ve alıştığımız için normal olan -en makul biçim gibi görünen- bu yaşamdan deli yaftası almadan kaçışın imkansızlığı. Yanı başımızdaki savaşlardan, açlıktan, cinayetlerden habersizmiş gibi yaşamaya devam etmek mi yoksa tiksindiğimiz bir dünya sisteminden kaçmaya çalışmak mı daha çok delilik, kitap en çok bunu sorgulatıyor. Dışarıdan bir akli denge bozukluğu gibi görünen Doppler’in halleri aslında zaman zaman hepimizin haykırmak istediği ama içimizde kaldıkça huzursuzluk olarak bize geri dönen gerçekler. Ve kitap, bu gerçekleri kafayı sert bir biçimde kayaya çarpmadan fark etmenin imkansızlığını ortaya koyuyor.
İnanıyorum ki çoğumuz aslında içten içe yaşadığımız hayatın çarpıklığının farkındayız. İçimizdeki huzursuzluklarımız da hep bununla ilgili aksiyona geçmememizle alakalı.“
Yazarımız Erlend Loe’ya gelecek olursak bugünlerde Norveç’in en gözde yazarlarından olduğunu dile getirebiliriz. Doppler ile 100.000 kopyaya ulaşan Loe, Doppler’deki felsefenin çoğunu kendi hayatında da uyguluyor. Mesela yaz-kış fark etmeden, ulaşımını sadelik ve bütünlük diye anlamlandırdığı bisikletiyle sürdürüyor. Röportajlarında ise içinde bulunduğumuz modern kültürün er ya da geç kırılacağını sık sık dile getirip tabiri caizse bir öze dönüş çağrısında bulunuyor.
Özetle Erlend Loe; edebiyatta yeni rastladığımız bir tip olmayan modern dünyadan sıkılmış zengin insan stereotipini, kendine has mizahi üslubu ve ince birkaç detayla orijinal bir çağdaş klasik karakterine dönüştürebilmeyi başarmış. İki tane devam kitabı olan bu serinin tamamını Türkçede okumak, okurlarınca dört gözle bekleniyor diyebiliriz.
Sesini kıstığımız televizyonda bombalar Fırat’ın ya da Dicle’nin ya da her ikisinin birden üzerine yağarken küveti banyoda nereye yerleştireceğimizi çizdik, iki küvetin eksileriyle artılarını listeler halinde yazdık.“
Leave a Reply