Yönetmenliğini Fritz Lang’ın yaptığı 1927 yılının kült filmlerinden Metropolis, hem teknik özellikleri hem de yönelttiği eleştirilerle her çağa ışık tutacak bir film niteliği taşıyor.
Sanayi devrimi en metaforik anlamda insanlığın, doğanın cimriliğinden kaçmaya çalışarak, içinde bulunduğu her türlü çevreyi kontrol edebilme ihtimali ile hayatın anlamına ulaşma çabası olarak tanımlanabilir. İnsanların teoride birbirlerini sömürme ihtiyacı duymadan çevrelerine tahakküm kurabilmelerine yol açtığı söylenebilen sanayi devrimi, süreç boyunca gösterdiği dönüşüm ve değişimle birlikte insanlığa birçok kırılma yaşattı. Evreler halinde ilerleyen sürecin ekonomik ve sosyolojik yankıları çokça duyulduğu gibi insanların sanata bakış açısını da etkiledi ve şekillendirdi.
Yönetmenliğini Fritz Lang’ın, senaristliğini eşi Thea von Harbou’nun yaptığı Metropolis filmi, gelecekçi perspektifiyle insanlığın geçirdiği değişim sürecini özellikle Alman dışavurumcu yaklaşımla açıklamaya çalışırken vazgeçilmez bir klasik olmuş ve birçok film için referans kaynağı haline gelmiştir. Film 1927’de Weimar döneminin en güçlü zamanında gösterime girer. Bu güçten kısaca bahsetmek gerekirse savaş sonrası dönemi müthiş korkular ile birlikte geçiren halk, kapitalizmin kırsal Almanya’yı büyük bir hızla kitlesel işçi toplumuna dönüştürmesine ve sistemin zengini daha zengin, kalanı da sadece hayatlarını sürdürebilmeleri uğruna yaşamak zorunda bırakıldığı bir gruba dönüştürmesine öfke duymaktadır. Sömürünün, makineleşmenin, sınıflar arası çelişkinin bu denli olumsuz duygulara sebep olduğunun fark edilmesi uzun sürmemiş, Metropolis gibi ideoloji eleştirisi barındıran filmler yapılmaya başlanmıştır. Tüm bu ideoloji eleştiriler her ne kadar görünürde sistemler üzerine olsa da kişilerin iç çatışmalarına da değinirler. Çünkü bu dönemde kişilerin sosyal bunalımları, dönemin geleceğe dair kuşku ve endişelerinden ayrı sayılamaz. Özellikle sinemada art deco terimi ile ifade edilen dekor tekniğiyle, bu filmler arasında modernizmin, moda ve mimariye sızmışlığını dışavurumculuğun deneyimsel anlatılarıyla birleştiren bir film olmuştur Metropolis. Film 1927’de gösterime girdiği sıralarda hem yurtiçinde hem yurtdışında gösterimlerinde sansüre ve kırpmaya uğrar. Filmin tam versiyonu ancak 2008’de Arjantin’de bir arşiv deposunda bulunur ve müzikleri yeniden yapılarak 2012’de yayınlanabilir. Bu engellemenin yegane sebebi devletlerin filmde gösterilen işçi isyanının halkı galeyana getirmesini istememesidir.
Filmin tam versiyonu ancak 2008’de Arjantin’de bir arşiv deposunda bulunur ve müzikleri yeniden yapılarak 2012’de yayınlanmıştır.”
Bu filmi yapma fikrinin Fritz Lang’ın New York’un etkileyici silüetini gördükten sonra oluştuğu söylenir. Ayrıca prodüksüyonun bu kadar başarılı olmasının bir sebebi de yönetmenin mimarlık eğitimi almış olması denebilir. Bugünden bakıldığında filmin baştan sona son derece air analog kameralar ve ekipmanlarıyla çekildiği düşünüldüğünde teknik anlamda büyüklük, ışık ve yapıların birlikte oluşturduğu görüntüyü verebilmek için saygı duyulası bir emek harcandığı söylenebilir. Hatta başka bir karşılaştırma: Metropolis için harcanan bütçe (7 milyon Reichsmark, 2005 değeriyle 200 milyon dolar) ve çekim süresi (yaklaşık 18 ay), 2016’da çekilen Batman vs Superman filmi ile neredeyse aynıdır.
Filmin çekildiği dönemde Metropolisteki kentsel tasviri mekansallıktan uzaklaştıran ögelerin sınıf ve bireyler arasındaki çelişki olduğunu söylemiştik. Bu bağlamda filmdeki dikey kent ve sınıfların birbirinden keskin bir çizgiyle ayrılıyor oluşu, üst sınıfın işleyişte ve üretimde yönetici rolüne sahip olması alt sınıfınsa çarkı döndüren bir dişliden farksızca çalışmayı sürdüren taraf olmasını ifade etmek için bir imge olarak kullanılmıştır. Sanayi devriminin yarattığı korku ilk kez bir filmde işlenmiştir. Özellikle dönem sinemasında/Alman dışavurumcu sinemada yönetmenlerin filmleri herkesin izleyebileceği düzeyde yapmayı hedeflemediğini de bildiğimiz için altyapısı sağlam olan bu film için sadece eğlence aracı olarak izlendiğinde çok sıkıcı fakat eğitici bir gözle izlendiğinde son derece doyurucu olduğu söylenebilir. Ayrıca filmde simgelenen güçlü ve birleştirici devlet figürü sermaye ve işçi sınıfları arasındaki uyumun sağlanması açısından birçok siyasi için oldukça ilham verici olmuştur-filmin Hitler’in en sevdiği filmlerden olduğu söylenir.
Sembolik bir okumayla ise Freder ve Maria’nın oluşturduğu kalp, kapitalist sınıfın temsil ettiği akıl ve işçilerin var ettiği el’in anlaşması için bir araca dönüştüğü, beklenen kurtuluşun gerçekleştiği söylenebilir.”
Filmdeki Fredersen karakteri odasındaki izleyici monitörlerle birlikte her şeyi gözetler ve denetler, böylelikle kentin tek sahibi rolündedir. Fakat oğlu Freder babasından farklı olarak iki dünya arasında bazı farklılıkları keşfeder, işçileri ahlaki öğretilerle örgütlemeye çalışan Maria ile tanışır. Freder, işçilerin dünyasında gördüğü sefalet ve Maria’ya duyduğu duygusal bağ sayesinde düzene karşı çıkmaya başlar. Baba Frederson ise olası isyanları önlemek ve devamlılığı sağlamak için bilim adamı Rotwang ile bir plan yapar. Bu kötü bilim adamı figürü dışavurumcu sinemada sıklıkla gördüğümüz bir karakterdir. Çoğunlukla insanlar üzerinde deneyler yapan, korkunç planlara ve fikirlere sahip, nüfuz sahibi insanlarla işbirliği içerisinde olan kötü karakter olarak verilmektedir. Buradaki plan, Maria’ya tıpatıp benzeyen bir robot tasarlayıp işçileri M-makinesini yok etmesi amacıyla manipüle etmektir. Bu yok etme girişimi ise yaşadıkları kentin sular altında kalmasına yol açmıştır. Maria, bu kargaşada halkın kurtulması için çabalarken, Freder ise bilim adamı Rotwang ile mücadele eder. Filmin sonunda ise kötü karakter Rotwang katedralin tepesinden düşerek ölür ve kalan karakterler katedralin önünde el sıkışarak anlaşmaya varırlar. Ustabaşı ve yönetici/diktatörün el sıkışması iki dünyayı barıştıran ve birleştiren bir şeyi ifade etmektedir. Sembolik bir okumayla ise Freder ve Maria’nın oluşturduğu kalp, kapitalist sınıfın temsil ettiği akıl ve işçilerin var ettiği el’in anlaşması için bir araca dönüştüğü, beklenen kurtuluşun gerçekleştiği söylenebilir.
Freder, işçilerin dünyasında gördüğü sefalet ve Maria’ya duyduğu duygusal bağ sayesinde düzene karşı çıkmaya başlar.”
Freder ve Maria’da gördüğümüz duygusal bağ ve örnekle Freder’in işçilerin sefaletini gördükten sonra hissettiği acıma duygusu filmin dinsel temalar taşıdığın da göstergesi olur. Aynı zamanda Maria’nın işçileri örgütleme çabası, kimileri tarafından bir din yaymaya çalışma, peygambervari bir rol olarak görülmüştür. Hatta kurtuluşun ancak akıl ve el arasına kalbi sokarak gerçekleşebileceğini birçok kez tekrar eder. Burda bahsedilmesi gereken bir nokta ise filmde önemli bir yere sahip olan Babil Kulesi’dir. Tevrat’ın yaratılış kısmında bahsedilen Babil kulesi, tanrıya ulaşabileceklerini sanan insanlar tarafından olabilecek en yüksek şekilde inşa edilmeye çalışılır. Bu yanıyla insanların kendilerini Tanrı’yla bir görebilmesine, kendilerini beğenmişliklerine ve kibirlerine işaret eder. Tüm bunlara sinirlenen Tanrı onların dillerini bozmuş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Çıkan anlaşmazlık karmaşasında ise kule yıkılır. İşçiler tarafından manevi lider olarak görülen Maria’nın bu hikayeden bahsetmesi dini göndermelerin bu filmde önemli bir alan kapladığını gösteriyor. Aslında günümüzle karşılaştırıldığında birbirine referans verilen kaynakların kısıtlılığı, filmlerde dini kaynaklardan referansların sıkça verilmesine yol açmış olabilir. Bu sadece varsayım olmakla beraber filmin sonunda katı ve teknik düzenin din gibi bir yatıştırıcı ögeyle uzlaşım sağlanması şaşırtıcıdır. Senaryonun ana cümlelerinden biri olan “Eller ve aklın arabulucusu kalp olmalıdır.” sözü de dinin nasıl bir etkiye sahip olduğunu gösterir.
Sonuç olarak, fütürist ve modernist bir distopya tasviri olan film dönemin şartlarını kullanılan tekniklerdeki yaratıcılıkla aşmış ve işaret ettiği sorunlarla evrensel sorunların çözümüne giden yolda ışık yakmıştır. Başta da söylendiği gibi, film içinde geçen sembollerin referanslarına en azından giriş bilgisine sahip olmadan ve dönemin teknik yetersizliklerini göz önünde bulundurmadan izleyen izleyiciler muhtemelen filmi sıkıcı bulacaklardır. Yaklaşık 3 saat olan bir sessiz film için haksız da sayılmazlar. Öte yandan yine baştan beri ifade etmeye çalıştığımız tüm özellikler göz önünde bulundurulduğunda günümüzde birçok anlamda Metropolis ile yarışabilecek bir film bulunmamaktadır.
Leave a Reply