Geleceğin, geçmişin ve şimdinin insanla olan ilişkisini La Jetee filminde ele alan Chris Marker, tüm bunları eşsiz bir sinema anlatısı olarak sunarak kendine sanat tarihinde kocaman bir yer açıyor.
Geçmiş zaman, şimdiki zamanı kurtarıp geleceği inşa edebilir mi?”
Bu açılış cümlesiyle başlayan Chris Marker’ın 1962 yapımlı filmini sinema tarihinde bu kadar unutulmaz kılan neydi? Zaman ile mekânın anlatımında biçim ve içerik nasıl böyle başarıyla iç içe geçebildi? Güvenli bir gelecektense geçmişteki huzurlu bir ana kaçmayı istemek delilik miydi? İnsanlık yok olsa, bir gün bizi tekrar ihya edecek şey anılarımızdan başka ne olabilirdi? Bu sorulara her ne kadar birbirinden farklı yüzlerce cevap verilebilse de biz bu yazıda en öne çıkanları ele almaya çalışacağız.
Elimizde tutamadığımız bir “şimdiki zaman”ın içindeyken bizi ayakta tutabilen, gelecekle iliştirebilen, sadece geçmişimizle kurduğumuz bağ olur. Film de tam bu sebeple ana karakteri geçmişe dair güçlü bir imgeye sahip bir adamın savaş sonrası içine düştüğü bir deneyi anlatır. Bu kurgusal evrende 3. Dünya Savaşı olmuş nükleer silahlar kullanılmış ve geriye kendi içinde kazanan ve kaybeden diye ayrılsa da genel olarak kaybetmiş bir insanlık kalmıştır. Şehirler yıkılmış, dünya yaşamak için güç bir yere dönmüştür; bu sebeple savaşın kazananları arasında bir grup insan, zamanda yolculukla hatalarını düzeltmek için kaybedenler üzerinde deneyler yapar. Ana karakterimiz ise geçmişe dair saplantılı bir imgeye sahip olması dolayısıyla bu deneyde yer alır. Bu imge, çocukken uçakları izlemek için gittikleri Orly havaalanında gördüğü bir kadının yüzü ve orada gözlerinin önünde ölen bir adamın görüntüsüdür. Deneyi yürütenler onu seçerler çünkü, “Eğer başka bir zamanı tasavvur edebilirse muhtemelen onu içinde de yaşayabilirdi.” diye düşünürler.
Bu durum, anıların ve imgelemin yaratıcı etkisinin altını çok güzel bir şekilde çizer.
Bu film çocukluğuna ait bir görüntüden çok etkilenmiş bir adamın öyküsüdür.”
Jonathan Crary, kitabında yönetmenin şu soruyu sorduğunu iddia eder: “Bizi birleştiren bağlar paramparça olmuşken ve habis rasyonalite biçimleri bütün gücüyle işlerken, bu dünyanın kasveti içinde nasıl insan kalınır?”
Gerçekten de filmde yürütülen deney; bağların, şehirlerin, doğallığın parçalanışından sonra insanoğlunun ayakta kalma çabasının bir tezahürüdür. Marker’ın dolaylı olarak da bu soruyu sorduğunu düşünürsek cevabını da anılarımızın inşa gücünde bulduğunu söyleyebiliriz.
Kahramanımız geçmişe gönderildiğinde başta sadece şimdiki zamandan kopma çabasına girer. Onda savaşın oluşturduğu yabanıl durumdan uzaklaşmanın izlerini görürüz, doğal halinde olan dünyaya özlem ve cisimlerin gerçekliği karşısındaki mest oluş hali… Sonra ise çocukken gördüğü ve unutamadığı “o” kadınla karşılaşır, aşık olur; beraber anılar ve planlar olmadan sayısız yürüyüşler yaparlar. Aralarında konuşulmamış, saflığı bozulmamış bir güven gelişir. Zamandan ve mekândan kaçarak beraber kurdukları bir dünyada yaşamaya başlarlar ve zaman onların çevresinde kendiliğinden inşa olur. Deneyin devamında geleceğe de gönderilen adamın en çok bulunmak istediği yer güvenli ve özgür olacağı gelecektense huzurlu geçmişi, çocukluğunun korunaklı dünyasıdır. Çünkü saplantı diyebileceğimiz anılarına olan bağlılığı savaş ve sonrasında devam eden zorlu günlerinde onu ayakta tutabilen tek itki haline gelmiştir. Aslında karakter anılarını o kadar çok kafasından tekrar ve tekrar geçirmiştir ki bu anlar gerçekten mi yaşandı yahut kendisi mi kurdu kendisi bile bilmez hale gelir.
Hiçbir şey sıradan anıları alelade anlardan ayıramaz. Ne zaman ki, o anların açtığı yaralar sızlar, o zaman değeri kavranılır.”
Roland Barthes fotoğraf için “ölü şeylerin canlı imajı” tanımlamasını kullanır. Yani aslında imge için yapabileceğimiz tanımlamaya çok benzer bir tanımlama yapar. Film, sinemanın biçimsel olarak 1800’lerden beri amaçladığı “hareketsiz olanı hareketlendirme” düsturuna taban tabana zıt bir biçimde fotoğraf kareleriyle hareketli olanı durdurmaya çalışır. Zamanı durdurmaya çalışmak gibi. Filmde hareket eden aktörler görmeyiz arka arkaya gelen fotoğraflar ve hiç duraksamayan arka ses ve anlatıcıyla adeta bir foto-roman izleriz. (Yönetmen de filmini zaten bir foto-roman olarak tanıtır.)
Sadece bir yerde bahsi geçen kadının göz kırptığına şahit oluruz ki zaten bu sahne de sinema tarihinin en unutulmaz görüntüleri arasına girer.
Donuk ve aksak fotoğrafların arka arkaya gelmesi bizde ölüm ve yarı kalmışlık hislerini canlandırırken, tek bir göz kırpma bize varlığı ve canlılığı hatırlatır.
Burada biçimsel olarak bu tercihin sebebi büyük bir soru olarak durmaktadır. İçerik anlamında baktığımızda ölü insanlar, yıkılmış kentler ve geçmişte saplanıp kaldığımız bir an için fotoğrafik bir anlatım kurmak dahiyane görünür. Filme bütünlük kazandıran ve onu bir Powerpoint sunusundan ayıran şeyse hiç kesilmeyen ses yapısıdır. Filmde kritik anlarda kalp atışıyla ayak sesi arasında filme ritim veren sesleri, yumuşak anlarda da filmin içine girmemizi sağlayan müziği duyarız. Deney esnasında bile Almanca fısıldaşmalar duyarız ki bu bize kesik görüntülerin aslında bir bütün olduğunu anlatır.
Filmin sonuna doğru ise sağlam imgeleri sayesinde geçmişe gidebilen adam geleceğe de yollanır ve oradan insanlığı kurtarabilecek kadar güçlü bir güç ünitesiyle döner ki bu insanlığı ihya etmek için gerekli olan, deneycilerin amaçladığı şeydir. Şimdiye döndüğünde ise deneyciler onu bağışlamaz ve istediklerini almalarına rağmen onu hapis tutmaya devam ederler. Sonra, gelecekte tanıştığı insanlar onun yanına gelir ve ona gelecekte huzur ve güven içinde yaşamayı teklif ederler. Onu kendilerinden biri olarak kabul etmeye hazırdırlar. Ancak onun isteği farklı olur. Adam tekrardan o ilk ana gitmek ister. Orly havaalanına “o” kadını ilk kez çocukken gördüğü yere. Tekrardan o ana gittiğinde kadına doğru ilerlerken deneyin başındaki adamı görür ve birazdan öleceğini, çocukluğundan beri tekrar tekrar izlediği o ölüm anının aslında kendisine ait olduğunu anlar. Kılık değiştirmiş kaderden kaçmanın hiçbir yolu yoktur.
Günümüzdeki birçok bilimkurgu filminin de temeli olan La Jetée gerek biçimsel gerek içerik anlamında sinema tarihinde bir köşe taşı olmuştur. Geçmişi, geleceğin ve şimdinin yardımına çağıran insanoğlu, kurtarılmış bir gelecektense saplanıp kaldığı anı istemiştir. Çünkü anılar ve geçmişimiz bitmiş olaylar örgüsünün ötesinde “biz”den beslenen, yabancı bir geleceğin aksine bize ait olan dünyalardır. Chris Marker tüm bunlarla sinemanın biçimle ne kadar geniş bir anlamı barındırabileceğini gösterir; bizim payımıza ise 28 dakika süren bir sinema şöleni düşer.
Leave a Reply