Damgalama, halihazırda belli bir sorunla mücadele eden insanların, sorunları üzerinden olumsuz değerlendirilmesi olarak karşımıza çıkar. Kişi hem içsel olarak bizzat kendisi tarafından hem de dışsal olarak toplum tarafından damgalamaya maruz kalabilir. Damgalama, sorunla olan mücadelenin uzamasında ciddi bir rol oynar.
İnsanlar doğduğu andan itibaren birilerine benzetilir ya da birilerine benzemek ister. Yenidoğan bir bebeğin en çok kime benzediği tartışması aslında yeni şeylerde tanıdık izler bulma arayışıdır. Tanıdık olana ve “biz”den olana alışmak kolaydır. Benliğini keşfeden çocuklar için de anneye, babaya veya seçtiği bir idole benzeme ihtiyacı hayata tutunma arzusundan kaynaklanır çünkü farklı olmak akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Bu nedenle toplum genelinde normalleşme ve standartlaşma eğilimi görülür. Standardın ve normalin dışında görülenler damgalamaya maruz kalma olasılığı çok yüksektir. “Damgalama, bir kişinin ya da grubun, ruhsal hastalık, etnik grup, ilaç kötüye kullanımı veya fiziksel yetersizlik gibi özelliklerine dayanarak kusurlu veya gözden düşmüş olarak olumsuz değerlendirilmesidir.” Dolayısıyla farklı olanın ötekileştirilmesi ve kişilerin rahatsızlıkları vurgulanarak kişiye olumsuz duygular yüklenmesidir.
Yapılan çalışmalara göre damgalama sadece toplum tarafından yapılmamaktadır. Damgalama çift yönlüdür; toplum tarafından ruhsal rahatsızlığı olan bireye yapılan damgalama ve rahatsızlığı olan kişinin kendini damgalaması. İçselleştirilmiş damgalamanın toplum baskı yapmasa dahi gelişebileceği ve yetersizlik duyguları, sosyal ilişkilerden kaçınma, kendilik değerinde düşme ortaya çıkabileceği saptanmıştır. Rahatsızlığın çeşidine göre damgalamanın boyutu da değişmektedir. Örneğin, borderline kişilik bozukluğu, anksiyete bozukluklarına göre daha çok damgalama etkisi yapmıştır. Türkiye’de yapılan bir çalışmada da şizofreni hastalarının bipolar bozukluğa sahip hastalara göre daha çok damgalandığı tespit edilmiştir. Alp Üçok’un yaptığı çalışmalardan damgalamanın bütün hastalıklara yapıldığı ancak şizofreni hastalarının çok daha fazla önyargı, ayrımcılık ve damgalamaya maruz kaldığı çıkarılmaktadır. Gerçekten de tüm rahatsızlıklar arasında en tahmin edilemez, tehdit potansiyeli yüksek görülen rahatsızlık olması dolayısıyla şizofreni birinci sırayı kapmıştır. Rahatsızlığın tanı almasından sonra kişinin önceden toplum tarafından öğrendiği damgalamayı kendisi de içselleştirdiğinde tedavi süreci uzamakta ve zorlaşmaktadır. Ruhsal bozukluğa sahip olmanın ve damgalanmanın sonuçları bir çalışmada şöyle sıralanmıştır:
Alp Üçok’un yaptığı çalışmalardan damgalanmanın bütün hastalıklara yapıldığı ancak şizofreninin çok daha fazla önyargı, ayrımcılık ve damgalanmaya maruz kaldığı çıkarılmaktadır.”
- Evsizlik, barınacak yerde ayırım
- Tutarsız yaşam koşulları
- İş vermede ayırım, Yetkilendirme kaybı
- Azalan özsaygı, uzaklaşma, soyutlanma
- Tedavi görememe, yetersiz ve uygun olmayan tedavi
Psikolojik rahatsızlıkların salt genetik miras aracılığıyla aktarıldığına yönelik tek ve yaygın inanç sadece rahatsızlığa sahip kişiyi değil tüm aileyi etkilemektedir. Üstelik deliden, deli doğar gibi bir inanış varken damgalanmış kişinin çocuğu olması durumunda ayrımcılığa ve ötekileştirmeye maruz kalması muhtemeldir. Daha büyük sıkıntılara mahal vermemek adına şu konunun anlaşılması önemlidir: Psikolojik rahatsızlıkların oluşma olasılığı sadece genetik mirasla alakalı değildir. Rahatsızlığın nüksetmesi ancak ve ancak rahatsızlığa sebep olabilecek özelliği taşıdığımız genin, rahatsızlığın ortaya çıkabileceği ortamla etkileşimde bulunması ile mümkündür. Yani aile büyüklerinizde psikolojik rahatsızlıklar olması sizde de mutlaka olacağı anlamına gelmez. Kişi öz bakımını yapar ve kendini bu tip damgalamalardan uzak tutarsa nüksetme ihtimali oldukça düşüktür. “Hasta yakınlarının ruhsal hastalıklara yönelik tutumları, eğitim düzeyi, hastalığı akraba, arkadaş çevresi ve komşuların bilmesi ile ilişkilidir.” Düşük sosyo-ekonomik statüye sahip çevrelerde damgalamanın daha çok olduğu tespit edilmiştir.
Psikolojik rahatsızlıkların oluşma olasılığı sadece genetik mirasla alakalı değildir. Rahatsızlığın nüksetmesi ancak ve ancak rahatsızlığa sebep olabilecek özelliği taşıdığımız genin, rahatsızlığın ortaya çıkabileceği ortamla etkileşimde bulunması ile mümkündür.”
Farkındalık düzeyinin artmasıyla kategorize etme, isimlendirme, sınıflandırma merakında doğal bir artış görülmektedir. Ancak bu konuda doğru bir farkındalık süreci geçiremediğimiz takdirde yeni bir tehditle karşı karşıya kalabiliriz. Edindiğimiz bilgiler ışığında “Sende şu semptom var, kesin şusun.” gibi varsayımlar karşımızdaki kişiye de kendimize de faydası olmayacaktır. Uzman kişilere başvurulması ve tıbbi terimlerin, patolojik kavramların sosyal norm haline gelmemesi kişiye lakap takılmaması ya da diğer kalıplaşmış saldırgan davranışlar sergilemesi veya izole yaşantı sürdürmesi beklentisi içinde olunmamalıdır. Özellikle lakaplar konusunda uyarmamız gerekir ki topluma aykırı düşünen ve aykırı yaşayanlar için “deli” yaftası vurulması toplum genelinde “deli miyim ben” gibi ifadelerle tedavinin reddedilmesine, tedavi almayı kabul ettiyse sürecin zorlaşmasına sebep olmaktadır. Kişiyi sahip olduğu rahatsızlık yüzünden damgalamak kişinin ve ailesinin yaşamını sosyal, ekonomik ve psikolojik olarak çok daha kötüye sevk etmektedir. Bu nedenle sosyal medya veya televizyonlar aracılığıyla önce damgalamanın kötü sonuçları üzerine eğitimler verilmesi ve işin uzmanı olmayan kişiler dışında rahatsızlığa tanı koyma merakının kişilerin iyiliği için askıya alınması damgalamaya dur demek için faydalı olacaktır. Herhangi bir ayrımcılık davranışı ve damgalamanın kişilerin hayatında asla silinmeyecek izler ve travmalar bırakabileceğini unutmayalım.
Leave a Reply