Geleneksel tiyatro anlayışına karşıt konumlanan Bertolt Brecht’in 20. yüzyılın ilk yarısında ortaya attığı epik tiyatro kuramı sinema alanında oldukça ses getiren tartışmalarından birine sebebiyet vermiştir. Michael Haneke’nin Funny Games filmi de bu tartışmalar dahilinde değerlendirilmesi gereken bir yapım olarak dikkat çekmektedir.
Seyirci, bir tiyatro oyununu yahut sinema filmini seyrettiği sırada kendisini bütünüyle o eserin akışı içinde ve hem karakterlerle hem de olay örgüsüyle özdeşleşmiş mi hissetmeli yoksa anlatılanlara dışarıdan bir göz olarak eleştirel ve diyalektik bir perspektifle mi yaklaşmalı? Toplumsal gerçekliği, statükonun değişime uğramasını önceleyerek nispeten devrimci bir tavırla odak noktası yapan Brecht, bu tutumuyla eserden sanatsal anlamda taviz vermeyi mübah mı görmektedir? Bu tarz soru işaretlerini giderme yolundaki adımlarla birlikte Haneke’nin Funny Games’i de daha iyi anlaşılacaktır.
Aristotelesçi tiyatronun başat kabul ettiği unsurları temelden manipüle edici ve gerçek dışı bulan Brecht, bu durumu modernleşme sonucu hem kendisine hem de dış dünyaya yabancılaşan insan ve devamında, modern insanın farkına varması gerektiğini düşündüğü gerçeklik bağlamında yorumlar. Geleneksel tiyatro, mimesis (tiyatro oyununda veya sinema filminde karakterleri canlandıran oyuncuların gerekli karakteri olabildiğince yansıtmak amacıyla gerçek hayattan/doğadan feyz alarak taklit etmesi) sayesinde seyircinin, oyuncunun hayat verdiği karakter ile yaşadığı özdeşleşme sonucu bir katharsis durumu deneyimlemesini ister, anlatımı da bu doğrultuda ilerletir. Açıkça ifade etmek gerekirse bir sinema filmi/tiyatro oyunu izlediğimizde kendimizi genellikle başrol olmak üzere herhangi bir karakterin yerine koyarak onun üzülmesine üzülmemiz yahut korktuğunda korkmamız film/oyun boyunca o karakteri içselleştirme yani onunla özdeşleşme neticesinde gerçekleşir. Klasik anlatıda çoğunlukla sonuç kısmında rastlanan katharsis anıysa bu özdeşleşme neticesindeki duygusal boşalma hissidir. Seyir süresince karakterin her anına tanıklık etmiş, ortak hisler paylaşmışızdır ve bu uzun soluklu duygu yüklemesinin bir şekilde biz seyircilerin üzerinden atılması gerekmektedir. Yalnız, eserin seyirciyi eylemsel bir değişime uğratma yükümlülüğü yoktur. Asıl gaye, hissi bir arınma aracılığıyla seyircinin sanatsal hazza ek olarak tutkularından sıyrılıp ahlaki bir yalınlık ve denge kurmasına basamak olmaktır.
Asıl gaye, hissi bir arınma aracılığıyla seyircinin sanatsal hazza ek olarak tutkularından sıyrılıp ahlaki bir yalınlık ve denge kurmasına basamak olmaktır.”
Bu kuramın karşısında konumlanan Brecht ise özdeşleşme ve ardından yaşanan katharsis durumunun seyirciyi bilinçsizleştirerek eleştirel düşünmesini engellediğini savunur. Bu hususta, Marksist düşünce yapısına sahip olmasının etkisi bizce inkar edilemez düzeydedir. Kanaatkarlık ve sadelik anlayışının katkısıyla daha realist bir iş yapma arzusu yahut sinemanın özellikle görsel ihtişamından pek de yararlanmama isteği bu bağlamda düşünülmelidir. Brecht, toplumda ki hassasiyetle işçi sınıfında, kolektif bir bilinç oluşturmayı istemekte ve bu yolla onları harekete geçirmeyi amaçlamaktadır. Ne yazık ki kapitalist sistemin hüküm sürdüğü bir zaman zarfında tüketici konumundaki seyirciden gördüğü tüm filmlere mantıksal ve nedensellik çerçevesinde yaklaşmasını beklemek hem sinemanın endüstriyel tarafı hem de süregelmiş genel seyirci profili sebebiyle şu anlık pek mümkün görünmemektedir. Yine de cüretkar ve yenilikçi olma çabasının sanatın bütünü için devrimsel nitelik taşıdığı unutulmamalıdır.
Brecht’in klasik anlatıya karşılık sunduğu epik tiyatro kuramının esintilerinin hatta net uygulamalarının görüldüğü bir film olan Funny Games filmi ise TV filmleri çekerek girdiği sektöre kırklı yaşlarının sonunda sinema filmleri yapmaya başlayıp bu yoldan devam eden Avusturyalı yönetmen Michael Haneke’nin nispeten popüler filmlerinden biridir. Kendine ait bir üslup geliştirmeyi başarmış ve bu konuda sürekliliği sağlayabilmiş bir sinemacı olan Haneke, genellikle toplumun orta/orta-üst sınıf bireylerini yapıtlarında işlemeyi tercih ediyor. Bunu çoğunlukla çok karamsar bir perspektiften yapmasının yanı sıra bizce sağlam bir temele oturttuğu anlatı yapısı sayesinde seyirciyi huzursuz olmasına rağmen filmi seyretmekten vazgeçemeyeceği bir noktada muhafaza edebiliyor.
Kendine ait bir üslup geliştirmeyi başaran Haneke seyirciyi, huzursuz olmalarına karşın filmi seyretmekten vazgeçemeyecekleri noktada muhafaza edebiliyor.”
Funny Games özelinde önem arz eden birçok nokta var ancak öncelikle seyirciye yüklediği rol açısından filmi yorumlamak güzel bir başlangıç olacaktır. Epik tiyatro anlayışıyla oldukça uyuşan izleyiciyi filme ve karakterlere yabancılaştırma durumu filmin temelini oluşturuyor diyebiliriz. Zira, film boyunca tanıklık ettiğimiz şiddet ve her türlü rahatsız edici aksiyona karşı net bir tavır koyamayışımız, kendimizi bağdaştırabildiğimiz veya acıma duygusu sonucu empati kurabildiğimiz hiçbir karakterin bulunmamasından kaynaklanır. Çocuk bir istisna olabilir ancak yönetmen bu unsuru devamlı bir acıma nesnesi olarak kullanmamıştır.
Mevcut tepkisizliğimiz gerek oyuncuların mimiklerindeki donukluklarıyla ve canlandırdıkları karakterler gereği duygularını nadir patlamalar dışında pek dışa vurmayışlarıyla gerekse de seyirci olarak bizlerin film boyunca yaşananlara, oynanan oyunlara ve yer yer diyaloglara anlam veremeyişimizle ve dehşete düşmemizle açıklanır. Genellikle klasik anlatıyı takip eden filmlerden alışık olduğumuz karakterin yaşadıkları sebebiyle içimizde birtakım hislerin uyandığı ve bu doğrultuda belli isteklerimizin form bulduğu duygu durumu Funny Games’te daha silik kalmaktadır. Bunun sebebi ise başta şiddet olmak üzere filmler aracılığıyla sunulan her türlü olay ve olgunun seyirci tarafından artık sorgulanmaksızın kabul edilmeye başlanması ile ilgilidir. Ortalama bir seyircinin herhangi bir filmde rastladığı şiddet ve vahşet sahnesine tepkisiz kalıyor oluşu artık bu durumla özdeşleştiği ve kendisi için bu ve benzeri anlatımları sinemada görmeyi normalleştirdiği anlamına gelmektedir. Tüketim çılgını bir kitlenin en dehşet verici şiddeti bile estetize edilmiş olduğu takdirde kabullenebildiği düşünüldüğünde Haneke’nin, bahsedilen şiddeti görsel anlamda bir manipülasyon malzemesi olarak kullanmak yerine diyaloglar, mimikler veya kamera hareketleriyle atmosferi oluşturarak hissettirmeyi tercih etmesi oldukça değerlidir. Bir başka deyişle yönetmen, bunu yaparak hem olanı olduğu gibi anlatmakta hem de kitleye hala katharsis gerektirecek bir duygusal yükleme yapmamış biçimde eserini tamamlamaktadır. Duygusal manada istediği arınmayı tadamamış, bu sebeple de belli bir bilinç seviyesinde ve kafasında birtakım sorularla filmden ayrılan seyirci aslında Haneke’nin arzuladığı portrenin ta kendisidir.
Bahsi geçen yabancılaşmanın yaşatılmasında dördüncü duvarın kırılmasının da büyük payı vardır. Ara ara kameraya dönüp seyirciyle göz kontağı kuran karakter (Peter) bize her soru yönelttiğinde bir kez daha izlediğimizin yalnızca bir film olduğunun farkına varıyoruz, silkeleniyoruz. Filme bütünüyle hakim olan tedirginlik de eklenince hikayenin içine girmekten çekinip dışarıdan bir göz olarak olanlara şahitlik etmek biz seyirci için bir kaçış yolu oluyor. Bu bağlamda, şiddeti ortaya koyan tarafın baskınlığı bizi her ne kadar rahatsız etse de net bir duruş sergileyemiyoruz çünkü var olan şiddetin bariz bir gerekçeye dayandırılmamasının verdiği huzursuzluk karar vermeyi sürekli ertelememize sebep oluyor. Şiddetin böylesine ilginç biçimde yalnızca eğlenceli olduğu için uygulanıyor olmasını garipsememiz normaldir. Bir yandan da alışık olduğumuz klasik yapıdaki filmlerde bu durumu, yalnızca üstü kapalı ve heyecan verici şekilde yapılması dolayısıyla sindirdiğimizin farkına varmak açısından kıymetlidir.
Bir nevi sebepsizce uygulanan bu psikolojik şiddetin dayanaklarını özümsemek filmi yorumlama noktasında faydalı olacaktır. Her ne kadar seyir süresince kafa karışıklıkları yaşasak da Peter ve Tom’un elinde tuttuğu hem psikolojik hem de fiziksel anlamdaki güç dikkat çekmektedir. Bu güç doğrultusunda oluşturdukları güven alanını kullanarak diledikleri gerilimi ve tabiri caizse işkenceyi aile bireylerine yaşatmaktadır. Aynı şekilde, Haneke de şiddetin aslında sandığımızdan da kolay doğabileceğini ve çeşitli yollarla günlük yaşamımıza entegre olması hasebiyle bu gerçeği gerektiği kadar ciddiye almadığımızı gözler önüne serer. Klasik anlatıdaki gibi önünde sonunda bir mutlu sona bağlanmak hem Funny Games özelinde hem de Haneke’nin filmografisi sınırlarında düşük bir ihtimale sahiptir çünkü seyircinin, gerçeklikten bu denli yüz çevirmesine karşılık hiç hesapta olmadığı düşünülen hayal kırıklıklarını yaşaması yönetmenin tam olarak hedeflediği şeydir. Bunu, örneğin filmin finaline yakın Peter’in teknedeki bıçağı tereddüt etmeksizin denize atmasından çıkartabiliriz. Daha en başta dikkatimizi çeken ve belleğimize kaydedilen, bıçağın teknenin bir köşesine düşme sahnesinin oluşturduğu beklenti bu yönde sonuçlandığında filmi de çok başka bir açıdan yorumlamak gerektiğini idrak ederiz. İzleyiciyi sarsma ve bambaşka bir perspektiften bakmaya yönlendirme gayesi öncelenmektedir.
Sonuç olarak, Haneke Funny Games’te geleneksel sinema kalıplarına uyan ve seyirciyi duygusal manada manipüle etme odaklı tutumu benimseyen sinemaya karşılık seyirciyi bilinçli bir sentezleme yapmaya davet etmiş, kurgusal olarak var olanın gerçeklikte de hali hazırda yeri olduğu söyleminden çekinmemiştir. Bize oldukça vahşi ama bir o kadar da uzak hissettiren bu ölümcül oyunların neden yalnızca kurgusal zeminde kalmaması gerektiğini sorguladığı sahnede, filme çekilen her anlatının aslında doğada da yeri olduğu ve gerçeklik payına sahip olma gereksinimi duyduğu fikrini seyircinin zihnine kazır.
Leave a Reply