Fransa’da doğan empresyonizm akımının Monet’den Çallı Kuşağı’na uzanan serüveni, akımın Türkiye’ye yolculuğunun bir ifadesi. Koyu ve açık renklerin iç içe geçmesiyle sağlanan ışık ve gölge oyunları, bu empresyonist öyküyü daha da heyecan verici kılıyor.
Empresyonizm, yani izlenimcilik; doğada yer alan gerçekliğin detaylarıyla ifadesinden çok, bu gerçekliğin yarattığı hislerin aktarımına dayanan bir akımdır. 19. yüzyılın ortasında başlayıp yayılan bu akım, diğer sanat dallarında da olmakla beraber resim alanında da etkisini çokça hissettirir; pastel renkler, bitmemiş görünen çizgiler ve doğayla bütünleşen bir çalışma tarzı empresyonist eserlerin özelliklerinden yalnızca birkaçıdır. Renkler birbirinin içinde gezer, fırça darbelerinde o zamana dek çok duyulmamış özgür ve özgün bir harmoni duyulur.
Saydığımız bu biçimsel farklılıklarının yanısıra empresyonizm, sanatın seyrini değiştirecek, yeni akımları cesaretlendirecek başka bir özelliğe de sahiptir. Sanat eleştirmenlerine duyulan güvenin zedelenmesine neden olmuştur ve sanatın toplumun çoğunluğu tarafından onaylanan bir nitelik taşıması gerekmediğinin altını çizmiştir. Bunun nedeni ise empresyonizmin eleştirmenlerce çok fazla tenkit edilmesi, fakat bunun sonunda en çok rağbet gören akımlardan birine dönüşmesidir. Bu algı değişimi sonucunda empresyonizmin doğuşu ve yayılışı Batı toplumlarında sancılı olmuş ve empresyonizm, radikal bir akım olarak adlandırılmıştır. Bir akım olarak adlandırılmasında Claude Monet’in “Gündoğumu (la soleil levant)” eseri etkilidir. Akımın ismi, özellikle bu tablonun adını gülünç bulan bir eleştirmen tarafından eğretileme ile verilmiş ve bu ad tutmuştur.
Empresyonistlerin ilk sergilerinin nasıl karşılandığını 1876’da, haftalık Fransız bir gazetede yazılanlarla daha iyi anlıyoruz: “….operanın yanmasından sonra, işte size ikinci bir felaket daha! İçindekilerin resim olduğu ileri sürülen yeni bir sergi daha açıldı. Bu insanların, yolda buldukları taşları elmas sanarak toplayan tımarhane delilerinden pek bir farkları yok.” Nitekim sonradan değeri anlaşılan çoğu akım gibi, bu akıma yönelik eğretilemeler ve adlandırmalar da unutulupgitmiştir ve geriye güçlü bir sanat furyası ve onu çok seven takipçileri kalmıştır. Dünyanın neredeyse her yerinde yankı bulacak bu akım, ilk adımlarını Fransa’da atmaya başladıktan sonra yayılmaya başlamıştır.
Empresyonistlerin ilk sergilerinin nasıl karşılandığını 1876’da, haftalık Fransız bir gazetede yazılanlarla daha iyi anlıyoruz: “….operanın yanmasından sonra, işte size ikinci bir felaket daha! İçindekilerin resim olduğu ileri sürülen yeni bir sergi daha açıldı. Bu insanların, yolda buldukları taşları elmas sanarak toplayan tımarhane delilerinden pek bir farkları yok.”
Bu yayılmanın etkisini Osmanlı sanat anlayışı üzerinde de görmek mümkündür. Bir Doğu toplumu olarak niteleyebileceğimiz Osmanlı’da, kozmopolit yapının da etkisiyle Batı sanatının etkisi kaimdi. Bellini gibi yurt dışından getirilen saray ressamları veya Louis François Cassas ve Luigi Mayer gibi onlarcasını sayabileceğimiz seyahat tutkunu ressamlar, İstanbul’u çeşitli sanat anlayışlarının birbirine kavuştuğu bir yer haline getirmiştir. Dolayısıyla Batı sanatı etkisinin Osmanlı’ya yalnızca Batılılaşma hareketleri ile geldiği söylenemez, ancak Batı’nın yayılım organlarının gelişmesinin ve Batı’nın üstünlüğünün bir nebze kabul edilmesinin Osmanlı’ya bu noktada etkisinden söz etmek mümkündür. Geleneksel sanat anlayışının yüzünü neredeyse tamamen Batı’ya çevirdiği Osmanlı’nın son dönemlerinde, empresyonist dalganın Doğu’ya aktarılmaması imkansızdı. Bu aktarım da, genellikle 19. yüzyılda Osmanlı’da revaçta olan yabancı eğitmenlerce yapılmış, meskeni de çoğunlukla müfredatında resim eğitimini de içeren askerî okullar olmuştur. Bu askeri okullar, sanat camiasına çok değerli simalar kazandırmıştır.
Bu eğitimlerin askerî okullarda verilmesinden dolayı askerlikten ressamlığa giden yolculuklar tarihimize çok yabancı olmasa gerektir. Birbirine bu kadar zıt görünen iki mesleğin tutkuyla birleşmesi ve askerlik gibi nizami bir mesleğin sanat gibi özgür bir alanla buluşması tarihin küçük bir cilvesidir. Bu noktada Harbiye çıkışlı olan Hoca Ali Rıza, sokakta resim yapma anlayışını getiren, asker ressamlığın empresyonizmle birleşiminin ilk ve en canlı örneklerini veren ressamlarımızdan biridir.
Dönem daşlarından Mühendishane-i Berrî-i Hümayun çıkışlı olan Halil Paşa da Paris’te bizzat Gérome’nin atölyesinde aldığı eğitim etkisiyle ilk empresyonist eserler veren ressamlarımızdandır.
Bu sanatçılar, deniz ve sokak manzaraları resmetmişler, ışık sorunu üzerine çalışan ilk Türk ressamlar olmuşlardır. Halil Paşa ve Hoca Ali Rıza’nın geleneğe kazandırdığı sanatsal anlayışı ve empresyonist kazanımları resmetmeyi devam ettiren ve “Çallı Kuşağı” olarak da adlandırılan 1914 Kuşağı, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemleri sanatı arasında köprü görevi görmüştür. Bu kuşak, başta Paris olmak üzere çeşitli şehirlerde uzun yıllar aldıkları resim eğitimiyle yurda dönen ressamları ihtiva eder: İbrahim Çallı, Hikmet Onat, Avni Lifij, Ruhi Arel, Ali Duran, Namık İsmail… Bu ressamlar yabancı sanatçıların atölyelerinde bizzat çalışmış, onların fırçalarına bizzat dokunmuşlardır. 1914 tarihli isimlendirmenin nedeni, Dünya Savaşı’nın patlak vermesi ve ortaya çıkan karışıklıklar sonucu bu genç ressamların ülkeye dönmek zorunda kalmalarıdır. Bir diğer adlandırmada İbrahim Çallı’nın soyadının kullanılmış olması ise bu sanatçı grubunun içerisinde Çallı’nın bohem ve kaygısız yaşam tarzının ve karakterinin çarpıcılığından, birnevî bu gruptaki en orijinal insanlardan biri olmasındandır. Birçok eseri, öncüllerinden izler taşır ve bitmemiş çizgileri, renk oyunlarıyla birleşip eşsiz bir tat sunar.Hem Türkiye hem de Batı’da görülen empresyonist eserlerde formlar ve tasarlanan kompozisyonlar, belirgin çizgilerdense koyu ve açık renklerin iç içe kullanımından oluşan ışık ve gölge oyunlarıyla ifade edilir, doğa arka planıyla masalsı bir atmosfer görmek empresyonist eserlerde kaçınılmazdır.
Hem Türkiye hem de Batı’da görülen empresyonist eserlerde formlar ve tasarlanan kompozisyonlar, belirgin çizgilerdense koyu ve açık renklerin iç içe kullanımından oluşan ışık ve gölge oyunlarıyla ifade edilir, doğa arka planıyla masalsı bir atmosfer görmek empresyonist eserlerde kaçınılmazdır.”
Nükteli karakteriyle ve aceleci kişiliğiyle adından söz ettiren, 1914 Kuşağı’nın yüzü haline gelen İbrahim Çallı’nın “Emirgan” adlı eserindeki gün ışıkları ve yansımalar aynı akımın Fransa’daki bir başka temsilcisi olan Pierre-Auguste Renoir’in “Bal du moulin de la Galette” eseriyle inkar edilmez bir benzerlik oluşturur; sıcak ve soğuk renklerin tezatını görürüz, yapraklar arasından çehrelere düşen aynı ışıltılardan adeta gözlerimiz kamaşır.Bu benzerlikler, sanat akımlarının evrenselliğini tekrar tekrar hatırlatır niteliktedir.
1914 yılında patlak vermiş olan Dünya Savaşı sonucu bu ressamların zorunlu biçimde ülkeye dönüşleri bir talihsizlik olarak nitelendirilebilir olsa bile ülkeye dönüşlerinin ardından anayurtları, yabancı hocaların yerini alabilecek ressamlarla donanmıştır. Sanayi-i Nefise mektebindeki yabancı eğitmenlerin yerini alabilecek ressamlar böylece yetişmiştir. Bu vatana dönüş, izlenimciliğin geleneksellik içerisinde yoğurulmasına imkan tanımıştır. Türk izlenimciliğinin öncüsü, 1914 kuşağıdır diyebiliriz. Hem verdikleri eğitimlerle yeni kalemler yetiştirmiş, hem de her sene düzenledikleri sergilerle yeni ufuklar açıp halkı, kurdukları ışıltılı kompozisyonlarla özgür dünyalarına davet etmişlerdir.
Leave a Reply