Çocukluk dönemi, beklenmeyen istismarların ve ihmallerin yaşanabileceği, belki de insan hayatının en hassas dönemidir. Alice Miller’in “Beden Asla Yalan Söylemez” kitabını ve onu sıkıca takiben Nihan Kaya’nın kaleme aldığı “İyi Aile Yoktur” kitabını dikkate alarak çocuklara yaklaşımımızı yeniden düşünebiliriz.
Alice Miller, “Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız.” cümlesiyle bir bakıma kendi mottosunu çıkarıyor ve kitabına, sonrasında Nihan Kaya’nın da izleyeceği gibi, ebeveyn dehşetini yaşamış ünlü isimlerin hikayeleriyle başlıyor. Kitapta yer verilen hikayelerden ikisi de Anton Çehov’a ve Dostoyevski’ye aittir. Çehov’un Baba adlı öyküsünde eski bir serf ve alkolik olarak anlattığı karakterin, yazarın kendi babasının mükemmel bir portresi olduğunu savunan Miller, aynı benzerliğe Karamazov Kardeşler romanındaki gaddar baba tasvirinden de aşina olduğumuzu söyler. Her iki yazarın da maruz kaldıkları ebeveyn şiddetinin sonrasında fiziksel ve ruhsal hasar olarak geri döndüğünü örnek gösterirken bu istismarın onların edebiyat dünyasına da yansıdığından dem vurur.
İyi Aile Yoktur ve Beden Asla Yalan Söylemez kitaplarında ortak olarak bulunan bir diğer mesele de tarafların maruz kaldıkları psikolojik şiddeti saptamada yahut kabullenmede çektikleri güçlüklerdir. Miller, danışanlarının başlangıç aşamasında bu terapilerin mevcudiyeti ve gerekliliğiyle ilgili tereddütleri olduğunu fakat zaman içinde anne babalarının sarsıcı davranışlarını kaçınılmaz şekilde suistimal olarak değerlendirdiklerini söyler.
İyi Aile Yoktur’da ebeveyn ve toplum perspektifinden ele alınan konu, çocuğa zarar veren davranışların, toplumun ve bireyin çoğu zaman zararlı olarak nitelendirmediği bir kategoriden doğduğu şeklindedir. Şöyle ki, hiyerarşiden kaynaklanan bir itaat-saygı paradoksu ebeveynlerin çocuklarıyla olan iletişiminde çoğu zaman çocuk aleyhinde bir yol izlenmesine sebep olur. Çocuk üzerinde kurulan öncelikle anne-babasını, sonrasındaysa toplumu memnun etme mahkumiyeti zaman içinde aradaki mevcut ilişkiyi de zayıflatacaktır. Örneğin, öfkesini gizlemek zorunda kalan ve bunu saygı olarak öğreten sosyal kurallar çerçevesinde yapan bireylerde, muhataba duyulan sevginin azalarak nefrete dönüştüğü gözlemlenir ve bu çalışmalar tüm detaylarıyla kitabın bütününe yayılarak okuyucuya anlatılır. Yazar konuyu “Birine öfkelenme özgürlüğümüz yoksa onu sevmeyi seçemeyiz. Sevmeme özgürlüğümüz olmayan birini gerçekten sevemeyiz.” diyerek özetliyor ve aslında iki cümleyle kitabın muhtevasına dair detayları en geniş sınırlarıyla bizlere sunuyor.
Çocuk üzerinde kurulan öncelikle anne-babasını sonrasındaysa toplumu memnun etme mahkumiyeti, zaman içinde aradaki mevcut ilişkiyi de zayıflatacaktır.”
Doğru olduğu sanılan bilgiler her disiplinde mutlaka vardır ve çoğu zaman kitleleri manipüle etmek için rahatlıkla kullanılabilir. Miller ve Kaya’ya göre psikolojide bu yanlış psikologlar eliye danışanlara yapılıyor. Mesela, affetmenin insanları nefretten kurtaracağı yahut huzura erdireceği yazarın deyimiyle tam bir safsatadır. Dayatılanın aksine affetmek, yalnızca sorunun üstünü örtmeye yarar ve bilinçsizce bu istismarı zihinlerimizde kabul etmemize sebep olur. Şayet nefret varsa onu yasaklamanın iyi bir şey olmadığı savunulur ve bu affedişin en çok ebeveyn-çocuk ilişkisinde yaratıldığı vurgulanır.
Mesela, affetmenin insanları nefretten kurtaracağı yahut huzura erdireceği yazarın deyimiyle tam bir safsatadır.”
Nihan Kaya’nın kitabında defalarca vurguladığı bir diğer nokta da yanlış ifade edilen sosyal kavramlardır. Bunların başlıcaları; mükemmel anne ve mükemmel kadın portreleridir. Bu portreleri irdelediğimizde, fiziksel annelik ve gerçek annelik gibi gündelik hayatta duymaya aşina olmadığımız iki farklı modelle karşılaşıyoruz. İçeriğindeki temellendirmelere bakıldığında çocuk gözüyle anneliğin toplum gözüyle annelikten farklı bir yerde olduğunu; bu rollerin karıştığı durumlarda mağdur olanın ekseriyetle çocuk olduğu vurgulanıyor. Örneğin, bir çocuk hiçbir zaman lezzetli yemekler ve tertemiz bir ev beklentisine girmez. Onun için iyi anne profili, önkoşullar sunmadan kendisini kabul edip sevgisini gösterecek karaktere sahip kişidir. Lakin bu durumun tam tersi olduğu durumlarda, yani kadının mükemmel ev kadını olmayı tercih ettiği seçenekte büyüyen çocuklar, kendilerini eve ait hissetmediklerini ve evin alanında yalnızca bir misafir gibi dolaşabildiklerini söylerler. Bu iddialar ışığında Nihan Kaya detaylı bir mevcut durum ve olması gereken durum değerlendirmesi yaparak Alice Miller’in de değindiği toplumsal aile yapısını eleştirir.
Bir çocuk hiçbir zaman lezzetli yemekler ve tertemiz bir ev beklentisine girmez, onun için iyi anne profili, önkoşullar sunmadan kendisini kabul edip sevgisini gösterecek karaktere sahip kişidir.”
Her iki esere de, edebi ve sanatsal yönlerinden ziyade ortaya koydukları yorumlar bağlamında baktığımızda, tartışılması gereken ve birçok açıdan önceliği bulunan konuları ele aldıkları söylenebilir. Çocukluk döneminde bireyin maruz kaldığı psikolojik ve fiziksel tacizlerin zaman zaman gelenek dayatmalarına sığınılarak meşru görülemeyeceği defaatle tekrarlanmış ve bu istismarın bizatihi anne ve babalar özelinde yaşandığı okuyucuya anlatılmıştır. Kitaplar en temelde doğru bilinen yanlışları ve ihtimal verilmeyen istismarları okuyucusuna sorgulatarak onları aile ve gelenek bağlamında çok yönlü bir eleştiriye itmektedir. Psikolojik yanı ağır basan eserler olması itibariyle diyebiliriz ki kitapların paylaştığı ortak mesaj, Miller’in deyimiyle olamamız istenen insan olmayı reddedip, olmak istediğimiz kimliği bulmamızda cesaretlenmemiz gerektiğidir.
Leave a Reply