Alman Dışavurumcu Sineması Hakkında Bir İnceleme

Tarih boyunca birçok sanat akımından bahsetmek mümkündür. Dışavurumculuk da bunlardan bir tanesi olarak birçok sanat dalını etkilemiştir. Sinemada ise ilk etkilerini Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, özellikle Almanya merkezli olarak göstermeye başlamıştır.

Dışavurumculuk, 19. yüzyılın ilk yıllarında izlenimciliğin karşısında bir hareket olarak ortaya çıkan ve temelde, yaratma sürecinde sanatçının duygularının ön plana çıkartıldığı bir sanat akımıdır. İzlenimcilikte olduğu gibi, tasvir edilen şey doğrudur, fakat izlenimciliğe karşı çıktığı nokta bu doğruyu canlandıran kişinin aynı zamanda iç dünyasına ait bir his de taşıyor olmasıdır. Tarihsel olarak, dışavurumculuk; romantizmin geç bir tezahürüdür ve dışavurumculuğun kendisi ancak 19. yüzyılın başlarında tanımlanabilir bir form haline gelmiştir. Özellikle dönemin Avrupasında yaşanan sosyal değişimler ve ruhsal krizler, Alman ve İskandinav sanatında dışavurumculuğun kalıcı bir eğilim olarak da görülmesine sebep olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrası otoriter idare ile sorunları olan Alman sanatçılar, ifade etmek istediklerini gerçeklikten ve dolayısıyla toplumsal ve siyasal problemlerden uzak; daha çok içsel temalarla, görselleştirmenin önem kazandığı bir tutumla ele almaya çalışmışlardır. Toplumun burjuva kesiminde, özellikle savaş sonrasında, akıl yoluyla denetlenemeyen her şeyi gayet kuşku duyulası ve şeytani olarak görme eğilimi başlamıştı. Bu yüzden Alman halkı tarafından dışavurumculuğun çabuk benimsenmesi; ülkenin savaştan yenilgi ile ayrılması, ekonomik sorunlarla baş etmesi ve Weimar Dönemi karmaşası gibi birçok sorunla ilintilidir. Bu sorunlar insanlarda güvensizliğin artmasına, gelecek kaygıları yüzünden soyutlanmalarına ve gerçeklikten kaçmaya çalışmalarına sebep olmuştur. Tam da bu noktada dışavurumculuk sanatçılar için bir sığınak olmuş ve in dışa aktarılma ihtiyacı sanata yansımıştır.

Dışavurumculuğun Alman sanatında tezahür etmesinden bahsettikten sonra esas ilgi alanımız olan sinemaya geçmek gerekir. Sinema endüstrisi, bahsedilen dönemde diğer sanat dallarına göre en çok sermaye gerektiren endüstiriydi. Savaşın getirdiği krizler bir yana, ABD’de Hollywood, Almanya’da ise UFA Stüdyoları’na büyük yatırımlar yapılıyordu. Bu dönemde Almanya’nın içinde bulunduğu durum, sinematik açıdan diğer ülkelerin sinemacılarından daha yaratıcı olmalarına ve teknik araç kullanımlarının daha önemli birer anlatım yöntemi olarak görülmesine neden oldu. Teknik yetersizliklerden dolayı çekimler genelde stüdyolarda gerçekleştiriliyordu ve gerçeklikten çok metafizik temaların ön plana çıktığı dışavurumcu filmlerde dekor, kostüm ve aydınlatma araçlarında yeni fikirler ortaya konmuş oldu.

Savaş sonrası totaliter rejimlerin sinema endüstrisine en büyük etkilerinden biri şüphesiz film ithalinin yasaklanması olmuştur. Ancak bu durum yerli yapımcıların önünü açmış ve yerli yapımlara olan talebi arttırmıştır. Alman dışavurumcu sinemasına kalitesini veren sadece toplumun bir analizi ya da çağın felsefe ve psikolojisinin bir özeti olması değil, doğrudan veya dolaylı olarak filmsel sürecinin kendisidir. Bu akım sinemasında gölgeli aydınlatmalar, gerçeküstü setler, aşırı rol yapma ve kameranın alışılmadık hareketleri dikkat çekicidir. Filmlerde kabalık ve barbarlık, eleştirilmesi gerektiği düşünülen karakterlerde oldukça yoğun gösterilmiştir. Savaşın körüklediği çaresizliğin yanı sıra, ölüm ve düşük yaşam kalitesi bu dönemin ana konularındandır. Bir rüya olarak tanımlamanın da mümkün olduğu senaryolarda gerçeklik neredeyse terk edilmiş, soyut olana ve metafiziğe yönelinmiştir.

Bu akım sinemasında gölgeli aydınlatmalar, gerçeküstü setler, aşırı rol yapma ve kameranın alışılmadık hareketleri dikkat çekicidir.”

Canlı ve cansız, yaşam ve ölüm arasındaki diyalektik ilişkiyi bir kez kabul ettiğimizde, sanat yapıtlarının kendi içinde ilişkili olan bu uç kutuplarını fark etmek şaşırtıcı değildir. Mesela edebiyatta, cansız olan her şeye kişiselleştirme yapılabilir ve bu karakterler hayat bulurlar. Nesne-özne ilişkisi de bu bağlamda Alman dışavurumcu sinemasında çok önemli bir yere sahiptir. Filmdeki karakterler sık sık nesneler dünyasının özelliklerini üstlenirler ya da nesnelere hayatiyet kazandırılır ve nihayetinde film izleyicinin zihninde canlanabilir. Bu noktada dışavurumculuğun belki de en uyumlu olduğu sanat dalının sinema olduğunu söylemek gerekir. Bu akımın sinemaya getirdiği en önemli yenilikler arasında, o güne kadar benzeri görülmemiş bir aydınlatma tekniği (İng. masking) ve filmde kullanılan her şeyin belirli bir gayeyle çarpıtılması yer almaktadır. Bu anlamda form, içerikten önce gelmektedir. Bunu yaparken de görsel dil çok güçlü kullanılmıştır.

Filmdeki karakterler sık sık nesneler dünyasının özelliklerini üstlenirler ya da nesnelere hayatiyet kazandırılır ve nihayetinde film izleyicinin zihninde canlanabilir.”

19.yüzyıl filmleri genel olarak ele alındığında, dönemin Avrupasının içinde olduğu durumu anlamak mümkündür. Bu filmler, alelade insanların bile içindeki isyan duygusunun harekete geçmesine sebep olmuştur. Zira yönetmenler, eleştirilerini doğrudan doğruya sisteme yöneltmiştir. Hatta filmlerin ithalatı bu yüzden yasaklanmış denebilir. Döneme ve akıma referans olarak izlenebilecek filmler ise şunlardır:

Der Student Von Prag (Praglı Öğrenci, Stellan Rye – Paul Wegener, 1923)

Metropolis (Fritz Lang, 1927)

Das Cabinet des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Muayenehanesi, Robert Wiene, 1920)

Der Golem (Golem, Paul Wegener – Henrik Galeen, 1915).

İyi seyirler!

19,yüzyıl filmleri genel olarak ele alındığında, dönemin Avrupasının içinde olduğu durumu anlamak mümkündür.”

 

Dr. Caligari’nin Muayenehanesi’nden örnekle gerçeküstü set ve ışık kullanımı

 

Leave a Reply

Your email address will not be published.