Ağır Sanat İşçiliği İle Anadolu Topraklarını Anlamak: Suha Arın

Suha Arın’ın Türk belgesel sinemacılığına getirdiği yenilikler ve dönüşümlerin yanı sıra, sanatçı kimliğiyle bu sahaya kazandırdıkları onu sanatında devrimci bir belgesel üstadı olarak anmaya yetecek düzeydedir. Belgesellerinde çıktığı zorlu yolculuğun hatırası ebediyen bizimle kalacaktır.

Belgeselcilik tarihimizin mihenk taşlarından Suha Arın, başlıkta da yazıldığı üzere bu alanda sanatsal duyarlılığı olan ağır bir işçidir. Onun bu ağır işçiliği yapacağı belgeselleri müziğinden alt metnine kadar ince eleyip sık dokumasından ileri gelmektedir. Hem bedenen yıpranarak Anadolu’nun dağlarında, ovalarında, mağaralarında, arkeolojik sit alanlarında çalışıp dur durak bilmemesi hem de zihnen derin araştırmalara ve metin yazımına uğraş vermesi bunun kanıtıdır. Arın’ın bu haline “mükemmelin peşinde koşan bir sanatçı” değil de “işine sadık bir sanatçı” öbeğini yakıştırıyorum. İşinin gerektirdiği titizliği, araştırmayı ve tekniği sonuna kadar kullanması onun işine bağlılığının en önemli göstergesi. O aynı zamanda sanatçı olarak tanımlayabileceğimiz kimliğiyle Türk belgeselciliğinde tekdüzeliği kırmış, yeni teknikler kullanıp bu alanda devrimler gerçekleştirerek pek çok farklı sanatı belgesellerinin muhtevasına sokmayı başarmıştır. İşte bu müthiş başarısının arkasındaki niyeti, çalışmayı ve özveriyi anlamak, şüphesiz bizlerin zihninde sayısız ufuklar açacaktır. Bunun yanı sıra, Anadolu topraklarını belgesellerinde hangi nazarla ele aldığına baktığımızda Anadolu’yu bambaşka bir gözle görmek bizler için kaçınılmaz olacaktır.

O aynı zamanda sanatçı olarak tanımlayabileceğimiz kimliğiyle Türk belgeselciliğinde tekdüzeliği kırmış, yeni teknikler kullanıp bu alanda devrimler gerçekleştirerek pek çok farklı sanatı belgesellerinin muhtevasına sokmayı başarmıştır.”

Belgesellerinden ve onun gözünden Anadolu’yu anlamanın öneminden bahsetmeden evvel kısa bir şekilde biyografisine değinmek istiyorum. O yaşamına 1942’de Balıkesir kentinde başladı. İlk ve orta öğrenimini Ankara’da tamamlayan Arın, ilk film yönetmenliği deneyimini 1962-1964 yılları arasında Trafik Emniyeti ve Başkent Ankara adlı kısa filmleriyle yaşadı. Ardından ABD’ye giderek Sinema Televizyon Yapımcılığı ve Yönetmenliği alanında lisans, Kitle Haberleşmesi Hükümet ve Kamu Enformasyonu üzerine ise yüksek lisans eğitimini aldı. Daha sonra TRT Washington muhabirliğini ve Amerika’nın Sesi isimli radyonun muhabirliğini yaparak çeşitli programlara imza attı. 1973 yılında Türkiye’ye dönmesinin ardından TTOK (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu) katkılarıyla kültürel mirasımızı ele alan belgesel filmler çekmeye başladı. Arın, hayatına çok sayıda belgesel filmi sığdırarak Tahtacı Fatma, Urartu’nun İki Mevsimi, Safranbolu’da Zaman, Dünya Durdukça-Mimar Sinan gibi eserleriyle ulusal ve uluslararası ödüller kazanmıştır. 2004 yılının İstanbul’unda arkasında her biri sanat yaratımı olan belgesellerini bizlere bırakıp gözlerini hayata kapamıştır.

Sanatçımızın yaşam öyküsüne değindikten sonra onun belgesellerinde yaptığı devrim niteliğindeki işlerden söz etme ihtiyacı duyuyorum. İlk olarak belgesellerinde öğrencilerinin de çalışmasına yer vererek ABD’deki hocalarından öğrendiği “eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim” ilkesini benimsemiş, belgeselcilikte zaman içerisinde Suha Arın ekolünü oluşturmuştur. ABD’den çok iyi teklifler gelmesine rağmen Türkiye’de hizmet vermeyi seçen Arın’ın bu vatan aşkı belgesellerine içe dönük katı bir milliyetçilik olarak aksetmemiştir. O, tam aksi biçimde belgesellerinde yereli evrensele taşımayı hedefleyerek kültürel değerlerimizin tanıtımında büyük rol oynamıştır.

TTOK sponsorluğunda hazırlanan Anadolu Uygarlıklarından İzler belgesel serisinin ilki olan Hattilerden Hititlere belgeselinde, ustalıkla yapılmış müzik seçimleri, seslendirme ve kamera açıları dikkat çeken unsurlar arasında bulunuyor. Daha ilk belgeselinde işine göstermiş olduğu ihtimam ve titizlik bizler için müthiş bir özverinin örneğini teşkil ediyor. Anadolu’daki arkeolojik sit alanlarının çekimini kapsayan ilk belgesellerinde, tarihin ezeli sesini yerel öğelerle yoğurup evrensel mesajlar verebilmeyi başarması bile onu belgeselcilik tarihimizde hususi şekilde konumlandırmamıza yetebilir diye düşünüyorum. 

Anadolu’daki arkeolojik sit alanlarının çekimini kapsayan ilk belgesellerinde, tarihin ezeli sesini yerel öğelerle yoğurup evrensel mesajlar verebilmeyi başarması bile onu belgeselcilik tarihimizde hususi şekilde konumlandırmamıza yetebilir diye düşünüyorum.”

1976’da Suha Arın ve ekibi “Urartu’nun İki Mevsimi” belgeseli çekimlerinde yaklaşık 3000 metre rakımdaki Hakkari’de bulunan Trişin Yaylası’nda yerel halkla muhabbet ederken.

Bu evrensel mesajları günümüzün yerel unsurlarıyla vermesi noktasında en başarılı sayılabilecek belgeseli olan Urartu’nun İki Mevsimi belgeselinde, göçebe yerel halkın tarihi kalıntılarla içe içe olan yaşayışını da filme alarak Arın, geçmişle günümüzü bağlıyor adeta. Urartuların Van şehrinde inşaa ettikleri su kanallarının hala kullanımda olmasının altı çizilirken belgeselde Antik Çağ melodileri ve  Doğu Anadolu ezgilerinin bir arada kullanımı ile icra edilen müzik, sanki geçmişle günümüz arasındaki bu bağlantıya eşlik etmiş oluyor. Ayrıca bu belgeselde yeni keşfedilmiş I. Argişti’nin yazıtı sırf belgesel için çevrilmiştir. Arın’ın bu belgesel için uzunca bir süre gece gündüz demeden kaynak okumaları ve taramaları yaptığı belirtilmiştir. Tarihçi bile olmamasına karşın bu tür teferruatlı araştırmalar yapması onun belgesel sinemacılığına olan tutkusunun bir parçası aslında. 

Belgesel metinlerini de kendisi yazan Suha Arın’ın sanatına bağlı ağır bir işçi olduğu su götürmez bir gerçek. Bu işçiliği sürekli yeni teknikler, yoğun araştırmalar ve sanatı kullanarak sürdürdüğünü belgesellerini kronolojik sırayla incelediğimizde rahatlıkla anlıyoruz. 1976’da Safranbolu’da Zaman isimli belgeselini çektiğinde ise şiiri de belgesel hayatına sokmuş, zamanın derin izlerini taşıyan Safranbolu kasabası üzerinden kaybolmaya yüz tutan kültürel değerlerimizi işlemiştir. Sanatçı, kentin tarihi yapıları ve konakları ile geçmişe uzanan kültürümüzü dinamik yaşam tarzıyla beraber verirken, Modernleşmenin hediyesi olan yeni kentleşme modellerini ve sosyal dönüşümleri de belgesele ekleyerek Anadolu’nun kaybettiklerine sanki bir ağıt yakmaktadır. Bu belgeselin Anadolu’nun kültürel miraslarını koruma noktasında güçlü bir bilinç uyandırarak mühim adımlar atılmasına katkıda bulunduğu da açık. Kültür Bakanlığı -belgeselin de etkisiyle- Safranbolu’yu tarihi sit alanı ilan ederek 1994’de kentin UNESCO tarafından koruma altına alınmasına giden sürecin bir nevi yolunu açmıştır.

Safranbolu’da Zaman belgeseli milat kabul edilirse eğer, bu belgeselden sonra çekilen belgeselleri daha yakın tarihimizi ilgilendiren toplumsal değerlerin de izdüşümünü yansıtır hale bürünmüştür diyebiliriz. İstanbul’un hızlanan umarsız değişimi, Anadolu topraklarının bazen saklı bazen de tahrip edilmiş apayrı kültürel ve tarihi değerleri, bu değerlere karşı tutunduğumuz tavırların incelikle sorgulanması bu belgesellerin kendi deyimiyle “omurgasını” oluşturur. Benim aralarında en çok sevdiğim belgesellerden biri de Arın’ın Mimar Sinan’ı ilginç bir bakış açısıyla ele almış olduğu belgeseli Hüseyin Anka İle Sinan’ı Yeniden Yorumlamak  belgeselidir. Belgeselde ünlü heykeltıraş Hüseyin Anka’nın Mimar Sinan’ın heykelini yaparak sanatını icra ederken başka bir sanatı sunması, bu kompozisyonu da Arın’ın kendi sanatıyla filme alması oldukça ilginç bir deneyimi yaşatır.

1978 senesinde Suha Arın ve çekim ekibi (aynı zamanda öğrencileri) “Yörük Elif” filmini sıcak bir günde filme alırken.

Suha Arın’ın sayamadığım daha pek çok değerli belgeseli mevcut, ama benim anlatmak istediğim onun eşine ender rastlanan sanat anlayışıyla harmanlanmış çalışkanlığı ve Anadolu topraklarına olan bakış açısı. Metinlerini kendine özgü sanatsal üslubuyla kaleme alması, apayrı sanatları belgesellerinde ahenkle konumlandırması, belgesellerinin her birine özel müzik hazırlatması, belgesellerinde yeni teknikler kullanması, Anadolu’nun ücra köşelerinde çekim yaparken mücadelelerle karşılaşması ve derin araştırmalar yapması benim onu “ağır işçiliği olan bir sanatçı” olarak nitelendirmemi sağlıyor.”

Anadolu’nun yitip giden ve kaybolmaya yüz tutan değerlerine belgeselleriyle birlikte yaktığı anlamlı ağıtsa 1970’lerde orman işçilerinin bazı sorunlarının çözülmesine ve Safranbolu’nun koruma altına alınmasına vesile olduğu gibi bizleri de bu duyarlılıkla harekete geçirebilir. Onun bu iki mühim özelliğini anlamak gayesiyle birçoğumuzun onu tanımamasından dolayı, Tevfik Fikret’in Nef’i için yazdığı şu dörtlüğü ben de Suha Arın için kullanarak yazımı sonlandırmak istiyorum:

 “Öyle bir nehr-i muazzam gibi cûş etmişsin
Fakat, eyvah, çorak yerde akıp gitmişsin!
Sana bir başka zemin, başka bir zaman lâzımdı,
Sana bir âlem-i lâhut – nişân lâzımdı.”

 

Kaynakça:

Aytekin, H. (2017). Türkiye’de Toplumsal Değişme ve Belgesel Sinema. İstanbul: BSB Yayınları.
Cumhuriyet Dergi. (11 Şubat 2001). “Yasaklı Filmlerin Yönetmeni”. 

Çölgeçen, A. B. (2006). Yaşamı ve Belgeselleriyle Suha Arın. Konya: Tablet Yayınları. 

Özgen, K. Suha Arın Filmografyasında Aykırı Bir Belgesel Tahtacı Fatma (1979): Sinematografik Analiz.
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Akademik Dergisi Etkileşim, (5), 170-185.

Leave a Reply

Your email address will not be published.